Şemsiyeli Kadın Üzerine Düşünceler
Şemsiyeli Kadın Üzerine Düşünceler
"Aşağıdaki yazı, Seurat ve Monet'inin "Şemsiyeli Kadın" adlı tabloları ve Tori Amos'un Parasol adlı şarkısı üzerine yapılan bir sohbet sırasında, ismi bende saklı bir arkadaşıma yazdığım mesajlardan derlenmiştir."
Sevgili dostum,
Mesajını gayet ayık olduğum bir zamanda, daha bu sabah, ofisimde güne başlarken okudum. Sonra "Neler diyor bu kız yahu?!" diyerek bir kez daha okudum. O sırada öğrencilerim başıma üşüşmüşler, final projesi için yetiştirmeye çalıştıkları işlerini bana göstermek için uğraşıyorlardı. Bu yüzden okumalarım öğlene kadar kesile kesile devam etti. Öğle yemeğinden sonra desen dersine girdim; garip ve tutuk bir mücadeleden sonra dersi başlatmayı başardım. Odama geri döndüm ve mesajını bir kez daha okudum. Gün boyunca yazdıklarından anladığım, yada anladığımı zannettiğim bir takım fikirler üzerine sana mesaj hazırlamaya koyuldum bir kaç kez. Ama bu mesajları da tamamına erdirmeden yok ettim.
Michael Ende, Bitmeyecek Öyküsü'nde, "Ne olmak istiyorsan onu ol!" diyordu galiba. Bakmak lazım. Zira bendeki nüshasını kaybettim. Sanırım, gerçekten ne olmak ve ne yapmak istediğime dair yanıtlarım da bu arada yitti gitti. Bu sebeple sana ahkam kesmek ya da öğüt vermek ne haddime. Hedefini yitirmiş, ancak hala uçmaya devam eden bir ok misali yere düşmeyi bekliyorum. Bu sırada bir şeylere saplanabilirsem eğer kendimi şanslı sayacağım.
Ancak şu halet-i ruhiyeme rağmen bir şeyleri sırf başkaları böyle istiyor ya da toplumun beklentisi ve benim de sosyal rolüm budur diyerek yapmaktansa ölmeyi tercih ederdim.
Bazı yollar, sonlandırılmak için değil, sadece üzerinde yürünmek için yapılmıştır. Ne kadar bu yolculuğu sürdüreceğimiz de hedefimizin gerçekten ne olmasını istediğimize bağlıdır(gibi geliyor bana).
Doğru olan yoktur, yaptığımız tercihler vardır. Ve tercihlerimiz bizim kimliğimizi tanımlar. Başkalarının, doğru yada yanlış olarak yaptıkları tanımlamalar, sadece kendi faydalarını gözeterek tasarladıkları durum tesbitleridirler. Oysa ki gelişmek ve büyümek adına gerçekleştirdiğimiz her girişim aslında risktir; dostluk kurmak, aşık olmak, yeni bir işe başlamak, sokağa çıkmak... Yaşamak adına göze aldığımız herşey risktir; yaşamın kendisi risktir. Dolayısıyla özünde yanlış olabilecek her tercihin sonucu duruma göre faydalı ya da yararlı olabilir.
Monet'in ya da Seurat'ın resimleri birlikte olmayı arzu ettikleri ancak yüreğine asla, hiç bir zaman hükmedemeyeceklerini de bildikleri kadınların resimleridir. Bu kadınlar, rüzgarda savrulan ve puslu ufkun merkezinde yitip giden kadınlardır. Yüzleri yoktur, çünkü "elemental"'dirler; fırtına gibi, gök yüzü gibi, belki tanrının kendisi gibi... Erkek ( en azından bu resimlerin yaratıcıları ) o kadar aptal ve duygusal değildir. Aksine gerçekçi ve haddini bilen bir varlıktır. Nelere kadir olduğunun farkındadır ve bu fırtınada ne kadar ayakta durabileceğinin veya bu siste ne kadar ilerleyebileceğinin farkındadır. İçten içe kadına hükmetme ve belki onu dize getirme cürretiyle; onu kendine tabi kılabilmek düşüyle direnir. Ancak mücadelesinin sonunu da üç aşağı beş yukarı kestirebilir. Asla elde edemeyeceği, kontrol edilemez kadının düşüyle coşar, durulur ve mutlu olur. Ve bu düşü resmeder.
Aslında, bu erkeğin kadını tanrısallaştırması da değildir, bu imkansız ilişkilerin ve gitgide iktidarsızlaşan erkeğin hikayesidir. Bu iktidarsızlık, cinsel iktidarsızlıktan daha ziyade, bir kadının bütün tutkularına ve bütün beklentilerine cevap verememenin, onu her anlamda doyuma ulaştıramamanın yetersizliğidir.
Kadını bu şekilde vurgularken ve onu o tepenin başında, o sisin içinde muğlak ve suretsiz olarak betimlerken; onun ulaşılmazlığının altını çizerken erkek, aslında kendi yetersizliğinden mazoşist bir zevk duyar.
Bir kadın için belki bir erkeğin eşi olmak ya da onunla bir akit yapmak, bir kurum oluşturmak ne kadar tedirgin edici bir şeyse ve bu durum her ne kadar bir kadını ikinci plana itiyormuş gibi görünse de aslında erkek (en azından bu resimleri yapan abiler için) kadının ruhuna asla gem vuramayacağının bilinciyle yaşar.
Bu söylediklerim, kapıcımız Hasan Abi veyahut köftecimiz Durmuş Amca için geçerli değildir. Belki yaşama karşı özel ve kendine has bir duruşu olan, yaratıcı ve duyarlı, Monet ve Seurat gibi abilerimiz için geçerlidir. Umarım ben de büyüyünce böyle olurum.
Bu arada bahsettiğim kadın, Hasan Abinin eşi, altı çocuk annesi Sabahat Abla yada Durmuş Amcanın karısı DürdüTeyze'de değildir, bir Kara Madonna'dır, belki senin gibi bir kadındır kim bilir.
Şu ana kadar söylediklerimin tamamı yalan olsa bile gerçekten bildiğimi düşündüğüm tek bir gerçek vardır, o da şudur; Erkek değil, kadın tercih eder, kadın seçer, kadın isterse olur; ve bu da kadın için büyük bir risktir zaten.
Aslında demeye çalıştığım şey, kadınlarla erkeklerin birbirlerine baktıklarında gördükleri şeylerin tamamen farklı olduğuydu. Kadınlar genelde düş kırıklığına uğrar, erkekler de hadlerini aşarlar. Beklentiler farklı ne de olsa...
Neil Gaiman, Amerikan Tanrıları'nda insanları, küşük baloncukların içinde kendi şizofrenik dünyalarına gömülmüş varlıklar olarak tanımlar. Polonyalı ressam Yajek Yerka'da insanları çalkantılı bir denizin ortasındaki küçük kaya parçalarına benzetir. Bazen bu deniz, durulur, bazen gelgitler yaşanır; böylece kara parçaları ya bir birine yaklaşır ya da bir birleri tarafından görünür hale gelir. Ancak bu uzun sürmez. Fırtınalar çıkar, sis basar... Birbirimize yakınlaştığımız anlar, sevişmelerimiz, sohpetlerimiz, paylaşımlarımız o yüzden bu kadar değerlidir. Hiç bir şeyin süregenliği kesin değildir, her şey gelip geçicidir. Yarının garantisi yoktur. İlişkilerimizde ciddi ve tehlikeli adımlar atarken yaşadığımız telaş ve gözü kara aceleciğin sebebi de budur belki. "Bu gün ben burda olacak mıyım, acaba yarın o orda olacak mı? Ve onu yitirmek gerçekten göze alabileceğim bir bedel mi? Bununla yaşayabilir miyim? Acaba onu böyle mi istiyorum?" gibi pek çok soru zihnimizin alaca karanlık bahçesini istila eder.
Ancak zihnimiz türlü yollarla, yanan dalları ve yabani sürgünleri tedavi etmeyi becerir ya da bu istila karşısında çaresizleşir ve balta girmez bir cangıla dönüverir.
Değil bir kadınla erkek arasındaki dostluğu, bütün dostlukları her zaman tehlikeli bir yolculuk olarak değerlendirmişimdir. Çünkü insanların duyguları evrimleşir. Ve her dostluğun türlü biçimlerde sınandığı anlar yaşanır. Birbirini seven ve paylaşımlarından haz duyan iki insanın daha fazlasını istememeleri ya da bir birlerine bıçak çekecek hale gelmemeleri için şanslarının çok yaver gitmesi gerekir.
Belki bu dünyanın bir yerinde senin için mükemmel bir eş yaratılmıştır, ancak asla onunla tanışmak ve bir araya gelmek fırsatını yakalayamayabilirsin. Bu sen istemediğin için ya da o istemediği için de olmaz. En muhteşem şakacı olan Tanrı, sizi aynı asansöre sokar, ama sopet etmeniz için bir vesile yaratmaz. Birbirinizin farkına bile varmadan kendi yolunuza gidersiniz.
O yüzden kardeş ruhlara sahip olan, bir şekilde tanışan ve sahip oldukları şeyle ne olacaklarına veya ne yapabileceklerine karar verebilmiş insanlar acaip şanslı insanlardır, Tanrının sevgili kullarıdırlar ve ellerindeki nimetin kadrini, kıymetini bilmelidirler.
Diğer yandan "Acaba?" sorusunu sorabilmek de acaip eğlenceli bir şeydir bence, bütün ezeli haşmetine rağmen.
Esen kalınız.
Mesajını gayet ayık olduğum bir zamanda, daha bu sabah, ofisimde güne başlarken okudum. Sonra "Neler diyor bu kız yahu?!" diyerek bir kez daha okudum. O sırada öğrencilerim başıma üşüşmüşler, final projesi için yetiştirmeye çalıştıkları işlerini bana göstermek için uğraşıyorlardı. Bu yüzden okumalarım öğlene kadar kesile kesile devam etti. Öğle yemeğinden sonra desen dersine girdim; garip ve tutuk bir mücadeleden sonra dersi başlatmayı başardım. Odama geri döndüm ve mesajını bir kez daha okudum. Gün boyunca yazdıklarından anladığım, yada anladığımı zannettiğim bir takım fikirler üzerine sana mesaj hazırlamaya koyuldum bir kaç kez. Ama bu mesajları da tamamına erdirmeden yok ettim.
Michael Ende, Bitmeyecek Öyküsü'nde, "Ne olmak istiyorsan onu ol!" diyordu galiba. Bakmak lazım. Zira bendeki nüshasını kaybettim. Sanırım, gerçekten ne olmak ve ne yapmak istediğime dair yanıtlarım da bu arada yitti gitti. Bu sebeple sana ahkam kesmek ya da öğüt vermek ne haddime. Hedefini yitirmiş, ancak hala uçmaya devam eden bir ok misali yere düşmeyi bekliyorum. Bu sırada bir şeylere saplanabilirsem eğer kendimi şanslı sayacağım.
Ancak şu halet-i ruhiyeme rağmen bir şeyleri sırf başkaları böyle istiyor ya da toplumun beklentisi ve benim de sosyal rolüm budur diyerek yapmaktansa ölmeyi tercih ederdim.
Bazı yollar, sonlandırılmak için değil, sadece üzerinde yürünmek için yapılmıştır. Ne kadar bu yolculuğu sürdüreceğimiz de hedefimizin gerçekten ne olmasını istediğimize bağlıdır(gibi geliyor bana).
Doğru olan yoktur, yaptığımız tercihler vardır. Ve tercihlerimiz bizim kimliğimizi tanımlar. Başkalarının, doğru yada yanlış olarak yaptıkları tanımlamalar, sadece kendi faydalarını gözeterek tasarladıkları durum tesbitleridirler. Oysa ki gelişmek ve büyümek adına gerçekleştirdiğimiz her girişim aslında risktir; dostluk kurmak, aşık olmak, yeni bir işe başlamak, sokağa çıkmak... Yaşamak adına göze aldığımız herşey risktir; yaşamın kendisi risktir. Dolayısıyla özünde yanlış olabilecek her tercihin sonucu duruma göre faydalı ya da yararlı olabilir.
Monet'in ya da Seurat'ın resimleri birlikte olmayı arzu ettikleri ancak yüreğine asla, hiç bir zaman hükmedemeyeceklerini de bildikleri kadınların resimleridir. Bu kadınlar, rüzgarda savrulan ve puslu ufkun merkezinde yitip giden kadınlardır. Yüzleri yoktur, çünkü "elemental"'dirler; fırtına gibi, gök yüzü gibi, belki tanrının kendisi gibi... Erkek ( en azından bu resimlerin yaratıcıları ) o kadar aptal ve duygusal değildir. Aksine gerçekçi ve haddini bilen bir varlıktır. Nelere kadir olduğunun farkındadır ve bu fırtınada ne kadar ayakta durabileceğinin veya bu siste ne kadar ilerleyebileceğinin farkındadır. İçten içe kadına hükmetme ve belki onu dize getirme cürretiyle; onu kendine tabi kılabilmek düşüyle direnir. Ancak mücadelesinin sonunu da üç aşağı beş yukarı kestirebilir. Asla elde edemeyeceği, kontrol edilemez kadının düşüyle coşar, durulur ve mutlu olur. Ve bu düşü resmeder.
Aslında, bu erkeğin kadını tanrısallaştırması da değildir, bu imkansız ilişkilerin ve gitgide iktidarsızlaşan erkeğin hikayesidir. Bu iktidarsızlık, cinsel iktidarsızlıktan daha ziyade, bir kadının bütün tutkularına ve bütün beklentilerine cevap verememenin, onu her anlamda doyuma ulaştıramamanın yetersizliğidir.
Kadını bu şekilde vurgularken ve onu o tepenin başında, o sisin içinde muğlak ve suretsiz olarak betimlerken; onun ulaşılmazlığının altını çizerken erkek, aslında kendi yetersizliğinden mazoşist bir zevk duyar.
Bir kadın için belki bir erkeğin eşi olmak ya da onunla bir akit yapmak, bir kurum oluşturmak ne kadar tedirgin edici bir şeyse ve bu durum her ne kadar bir kadını ikinci plana itiyormuş gibi görünse de aslında erkek (en azından bu resimleri yapan abiler için) kadının ruhuna asla gem vuramayacağının bilinciyle yaşar.
Bu söylediklerim, kapıcımız Hasan Abi veyahut köftecimiz Durmuş Amca için geçerli değildir. Belki yaşama karşı özel ve kendine has bir duruşu olan, yaratıcı ve duyarlı, Monet ve Seurat gibi abilerimiz için geçerlidir. Umarım ben de büyüyünce böyle olurum.
Bu arada bahsettiğim kadın, Hasan Abinin eşi, altı çocuk annesi Sabahat Abla yada Durmuş Amcanın karısı DürdüTeyze'de değildir, bir Kara Madonna'dır, belki senin gibi bir kadındır kim bilir.
Şu ana kadar söylediklerimin tamamı yalan olsa bile gerçekten bildiğimi düşündüğüm tek bir gerçek vardır, o da şudur; Erkek değil, kadın tercih eder, kadın seçer, kadın isterse olur; ve bu da kadın için büyük bir risktir zaten.
Aslında demeye çalıştığım şey, kadınlarla erkeklerin birbirlerine baktıklarında gördükleri şeylerin tamamen farklı olduğuydu. Kadınlar genelde düş kırıklığına uğrar, erkekler de hadlerini aşarlar. Beklentiler farklı ne de olsa...
Neil Gaiman, Amerikan Tanrıları'nda insanları, küşük baloncukların içinde kendi şizofrenik dünyalarına gömülmüş varlıklar olarak tanımlar. Polonyalı ressam Yajek Yerka'da insanları çalkantılı bir denizin ortasındaki küçük kaya parçalarına benzetir. Bazen bu deniz, durulur, bazen gelgitler yaşanır; böylece kara parçaları ya bir birine yaklaşır ya da bir birleri tarafından görünür hale gelir. Ancak bu uzun sürmez. Fırtınalar çıkar, sis basar... Birbirimize yakınlaştığımız anlar, sevişmelerimiz, sohpetlerimiz, paylaşımlarımız o yüzden bu kadar değerlidir. Hiç bir şeyin süregenliği kesin değildir, her şey gelip geçicidir. Yarının garantisi yoktur. İlişkilerimizde ciddi ve tehlikeli adımlar atarken yaşadığımız telaş ve gözü kara aceleciğin sebebi de budur belki. "Bu gün ben burda olacak mıyım, acaba yarın o orda olacak mı? Ve onu yitirmek gerçekten göze alabileceğim bir bedel mi? Bununla yaşayabilir miyim? Acaba onu böyle mi istiyorum?" gibi pek çok soru zihnimizin alaca karanlık bahçesini istila eder.
Ancak zihnimiz türlü yollarla, yanan dalları ve yabani sürgünleri tedavi etmeyi becerir ya da bu istila karşısında çaresizleşir ve balta girmez bir cangıla dönüverir.
Değil bir kadınla erkek arasındaki dostluğu, bütün dostlukları her zaman tehlikeli bir yolculuk olarak değerlendirmişimdir. Çünkü insanların duyguları evrimleşir. Ve her dostluğun türlü biçimlerde sınandığı anlar yaşanır. Birbirini seven ve paylaşımlarından haz duyan iki insanın daha fazlasını istememeleri ya da bir birlerine bıçak çekecek hale gelmemeleri için şanslarının çok yaver gitmesi gerekir.
Belki bu dünyanın bir yerinde senin için mükemmel bir eş yaratılmıştır, ancak asla onunla tanışmak ve bir araya gelmek fırsatını yakalayamayabilirsin. Bu sen istemediğin için ya da o istemediği için de olmaz. En muhteşem şakacı olan Tanrı, sizi aynı asansöre sokar, ama sopet etmeniz için bir vesile yaratmaz. Birbirinizin farkına bile varmadan kendi yolunuza gidersiniz.
O yüzden kardeş ruhlara sahip olan, bir şekilde tanışan ve sahip oldukları şeyle ne olacaklarına veya ne yapabileceklerine karar verebilmiş insanlar acaip şanslı insanlardır, Tanrının sevgili kullarıdırlar ve ellerindeki nimetin kadrini, kıymetini bilmelidirler.
Diğer yandan "Acaba?" sorusunu sorabilmek de acaip eğlenceli bir şeydir bence, bütün ezeli haşmetine rağmen.
Esen kalınız.
Comments