AMERICAN GODS 5. BÖLÜM: LİMON KOKULU SEN (TanrIlarIn En Büyük Korkusu Nedİr Ya da Sen David Bowie Değİlsİn Ablacim)

AMERICAN GODS 5. BÖLÜM: LİMON KOKULU SEN (Tanrıların En Büyük Korkusu Nedir Ya da Sen David Bovie Değilsin Ablacım) Neil Gaiman, American Gods'ı 2000'de yayınladı. Yani bundan 17 sene evvel. İnce bir roman değil bu; cep kitabı baskısı altıyüz sayfadan biraz daha fazladır. Fikir ilk kez aklında belirdiğinde -ki Sandman Season of Myst albümünde tanrıların cehennemin anahtarı için bir araya geldiklerini okuruz yazarın kaleminden- doksanlı yılların başı olsa gerek. American Gods televizyon dizisi için oyuncular ve yapımcılarla birlikte halka karşı yapılan bir söyleşide, bu kitabı 17 yıl önce kaleme aldığı zaman, zaten herkese malum bir durumdan, Amerika'nın aslında dünyanın dört bir tarafından gelen göçmenlerin oluşturduğu bir toplum olması fikrinden yola çıktığını belirtiyor. Her nedense şu an, Dünyanın çıldırdığı bu dönemlerde bu fikir yeni ve “çok siyasi” duruyor. Bir anlatının didaktik olması, izleyicinin nazarında ciddi bir sorun teşkil edebilir. Zira adam, “Yahu ben bunu izleyeceğime açık öğretimde sosyoloji okurum, kes maval okumayı!” diyebilir. Veya yukarıda bahsettiğimiz durumdan ötürü, “Hadi ya? Sen giderken biz geliyorduk koçum, yeni mi çakozladın?” olabilir izleyicinin çıkışı. Bu televizyon dizisi aslında kitabını okuyanların nazarında eski bir anlatı ve açıkçası eskimeye mahkum olan bir hikaye. Nasıl “İki Şehrin Hikayesi”, arka planda Fransız ihtilali dönemini anlatan bir eser ise, bundan yirmi-otuz yıl sonra American Gods da kendi dönemine masalsı gerçekçilik veya fantastik bir yöntemle ışık tutmaya çalışan bir mesel olarak kabul edilecek. Uzmanlar da onu değerlendirebilmek için dönemsel analoji yapmak zorunda kalacaklar. Sandman daha evrensel bir anlatı, American Gods ise basbayağı yerel; Gaiman, kendisi de Green Card'lı bir göçmen olarak Amerikalılara Amerikayı ve küreselleşmeyi anlatıyor aslında. Ancak kabul etmek lazım, yazdığı hiç bir metin bu bölüm kadar ders niteliğinde tınlamıyor okuyana. En azından benim için durum böyle. Önemli şeyler söylüyor şüphesiz bu bölüm. Açıkçası News Room'un herhangi bir bölümünden daha fazla öğretici ve siyasi de değil üstelik ancak iki kere üzerinden geçince, hele ki bu yaşımızda biliyoruz bunları, bana anlatma dedirtiyor. Ancak onyedi yıl önce bize bunları ilk düşündürenlerden biri Gaiman'dı, bu yüzden haksızlık yapmamak lazım. Biz okuduk, elalem yeni cesaret etti dizisini çekmeye. Twilight gibi bir şey yazaydı Gaiman başlangışta, şimdiye çoktan Holywood'a mal olmuştu. Sanat için sanat mı, keyif için sanat mı, para için sanat mı tartışmalarını bir kenara bırakırsak eğer (ki bence bırakmalıyız aslında, zira kimse kimsenin sanat polisi değildir ve sebebi ne olursa olsun kişinin kendi istediğini yaparak hayatını kazanıyor olması zaten büyük başarıdır. Bir de renkler ve zevkler tartışılmaz, orada değilseniz kimse sizi suçlamaz, orada olanlara laf atmak da bence size düşmez. Ha fikrinizi beyan ettiniz diye de kimse size kızmamalı...) bence sanat, sanatçıyla izleyici arasında oynanan bir boks maçıdır. Sanatçı, sanatını kullanarak sıkı bir aparkat veya kroşe vuruşuyla bizi yere devirmeye nakavt etmeye çalışır. Yani okuyucusuna belirli bir duyguyu geçirmektir amacı. Bu açıdan bakarsak kesinlikle American Gods'ın bu bölümü hakemin bize sekize kadar saymasını sağlayacak kadar güçlü, hem de tam iki kez. Bu bölüm bize bir sürprizle başlıyor. Erken bir buzul çağında donmuş Bering Boğazını geçerek Alaska üzerinden Yeni Dünya'ya göç eden Mamut kültü insanlarının hikayesini anlatılıyor bizlere. Sibirya'da yaşayan muhtemelen Proto-Yakut insanları olan bu klanın dişi şaman lideri Atsula, yeni doğan bebeği Aputi'ye ismini ilk ve son kez veriyor, ardından da onu defnediyor. Soğuk ve açlıktan ölen Aputi, Yeni Dünya'yı asla göremeyecek. Mamut kültü insanları tanrıları Nunyunni ile birlikte seyahat ediyorlar; Soğuktan mumyalaşmış dev bir mamut kafatası. Orlando Jones, yani Mr. Nancy'nin(Anansi) sesinin bize aktardığı bu epik sekansı, bu bölü yönetmenliğini yapan ayrıca efsanevi bilikurgu-korku filmi Cube'un yönetmeni olan Vincenzo Natali kostümlü aktörlerle çekmeyi tercih etmemiş; Üç boyutlu bilgisayar canlandırması kullanarak görselleştirmeyi seçmiş. Karakter tasarımı, canlandırma kalitesi, etnolojik araştırma dört dörtlük! Ancak bu kadar iyi olabilirdi ve gerçek aktörler oynasaydı bu segmenti asla bu kadar başarılı ve etkileyici olamazdı, dedirtiyor bu segment. Her zaman savunduğum canlandırma ve resimleme sanatının sadece çocuklar için olmadığıdır. Görsel şiirler yazabilirsiniz bu tekniklerle. Hele ki iyi müzik de eşlik ederse izleyiciyi göz yaşlarına boğabilirsiniz. İşin özü kimseyi aldatmak değil, ancak izleyicinin bilincinde ve hafızasında rahleler açmak; İzleyeni, tecrübe ettikten sonra asla eskisi gibi olamamasını garantileyecek, sonsuza kadar değiştirecek efsunlu görsel ürünler yaratmak! “Well done!!!/ Aferin, işte böyle yapılır!!!” diyorum yani. Alberto Giocometti'nin tezgağından çıkmış derileri kurumuş meşin ya da ağaç kabuğu dokusuna sahip uzun, ince, kaşektik figürler, bir Sibirya fantezisi gibi, karların arasında donarak mumyalaşmış cesetlere benziyorlar. Hepsi Buz Adamı Ötzi gibi... Belki de güvenli geçiş için öz çocuğunu Nunyunni'ye, sonra da zürriyetinin devamı için kendisini, bilmediği bir bizon tanrısına kurban veren Atsula'nın hüzünlü öyküsü daha güzel nasıl anlatılabilirdi bilemiyorum. Düşünmemiştim hiç. Bu oldukça şiirsel yumruktan sonra, artık iyice kabak tadı veren Laura ve Shadow ikilisine kaldığımız yerden geri dönüyor: “Sen beni aldattın. Ah evet ben seni aldattım, kusura bakma oldu bir kere...”Bana Güller Savaşını hatırlatıyorlar (Michael Douglas ve Katleen Turner'ı değil, Damla Sönmez'li, Candan Ergüder'li olanı... Seveni var sevmeyeni var saygı duyuyorum, ama konu başka...). Emily Browning'in figürasyon olmadığı artık netleşti, çok uzun süre birlikteyiz. Çifte kumruların buluşması yine bölünüyor, bu kez polis basıp götürüyor Shadow ve Wednesday'i. Bu arada Teckno Boy, Medya tarafından sigaya çekiliyor. Kubrick'in Otomatik portakalındaki Drooglar gibi giyinmiş yüzsüz kabadayılarına Shadow'u linç ettirdiği için özür dilemeye zorluyorlar Technical Boy'u. Bu sahnede neden Gillian Anderson kişiliğindeki Medya Ziggy Stardust gibi giyinmişti anlamadım. Sahne etkileyici miydi? Evet! Hepsi bu mu? Düşünmem lazım. David Bowie, üç önemli DC Vertigo karakterine ilham kaynağı olmuştur; Sandman, John Constantine(gerçi Constantine'e Sting'in de ilham kaynağı olduğu söylenir), Lucifer. Gaiman ve çağdaşlarının gençlik dönemlerinin özeti. Çağdaş dünyanın yeryüzünde yürüyen tanrılarıdır idoller ve ikonlar ve medya onları yaratır diyoruz, geçiyoruz. Kör göze parmak bir metafor. Suratı olmayan, kimliksiz internet trollerine istediğini dilediği gibi linç ettirebileceğini sanan Technical Boy, Medyanın atarı karşısında tırsıyor. “Sen kim olduğunu sanıyorsun? Ben bilirim toplu histerinin ne olduğunu. Sosyal medyaymış, hıh! Ben yönetirim kamuoyunun nabzını, sana mı kaldık.” diyor ve tartışmayı bağlıyor. Laura Mad Sweeney tarafından otel odasında ziyaret ediliyor. Undead-risen statlarına sahip Laura için boyu ne olursa olsun bir Leprechaun başa çıkılamayacak bir şey değil. Yaşayan ölü olmak Laura'yı Hulk yapmış ama çürümesine engel olamıyor. Sevdiceği Shadow'un ona bağışladığı güneş yakında çürüyen etinin arasından kayıp gidecek. Laura'nın bir son tüketim tarihi olduğunu anlıyoruz bu mücadelede. Bakalım birinci sezonun sonuna kadar dayanacak mı? Shadow ve Wednesday, yeni tanrılarla tanışıyor. Gillian Anderson'nun kişiliğinde Medya çiçek gibi açıyor. Bu kez Marlyn Monroe olarak karşımızda. Gillian Anderson'u şimdiye kadar tek tip karakterleri canlandırırken görmeye alışmıştık. Soğuk, hesaplı, entelektüel... Medya olarak manik, binbir surat ve çok tehlikeli, farklı bir karakterle karşımızda. Ben kendi yaratıcılığını sonuna kadar kullanabildiği bir ovada koşan bir yılkı atının rahatlığını görüyorum. İzlemesi çok keyifli ve şaşırtıcı. Bu bölümün yıldızı ve ikinci en büyük yumruğu Crispin Glover. İşte Hollywood'un yükseltmediği bir yıldız, bu bölümde resmen ışıl ışıl yanıyor. Mr. World, yani Bay Dünya olarak çıkıyor karşımıza. Muazzam, büyük bir karaktere epik oyunculuk ve görsellik: Kızgın, neşeli, manik bir Bay Dünya bu. Avatarı adım attığında kamera ona odaklanmaya çalışıyor, yer gök titriyor. Siz onunla konuşmayı reddetseniz de o sizin cemaziyülevvelinizi biliyor. Hem yaşlı hem genç, zamansız. Açıkçası 1984'de Geleceğe Dönüş'de Biff'e yumruğu çakan George McFly'da neyse şimdi de öyle görünüyor ve bu inanılmaz biçimde tedirgin edici. Ian McShane, kristal kesme viski bardağındaki sek Talisker Storm gibi duruyor sahnede. Onu izlemek gün batımında Salacaktan Topkapıyı seyretmekten farksız. McShane'den daha iyi Wednesday olamayabilirdi diye geçiriyorum içimden; Mükemmel olmasa bile çok yakın. Zurnanın zırt dediği yer bu sahne aslında. Mr. World ve Medya, Wednesday için planlarını paylaşırken ne olduklarını ortaya koyuyorlar. Burası, “Ben ekmeğim!”, “Ben karpuzum!” diye çocukların kostümlerle şiir okudukları okuma bayramı müsamerelerine benzeme riski olan bir sahne çünkü. İçinde değilseniz dışındasınızdır, yargılamıyorum, herkese göre bir durum değil. İnkar duvarınız çok sağlamsa burada “Bu ne ya?” diyerek kanal değiştirmeniz kaçınılmaz. Sembolik bir anlatı bu, biraz tolerans. Arkadaşlar ellerinden geleni yapıyorlar. Bir de Gaiman, herkese göre değil, bunu kabul etmek lazım. Mr. Wednesday, eski tanrıları yanına topluyor ve belli ki Mr. World'un başını çektiği yeni tanrılara karşı bir savaş başlatmak niyetinde. Medya, Mr. Wednesday'in kim olduğunu ağzından kaçırıyor. Daha önce Chernaborg, ona Wotan demişti, Mad Sweeney ise Grimnir diye bahsetmişti ondan. Eğer şimdiye kadar anlamdıysanız artık Spoilerlık bir tarafı kalmadı: Mr. Wednesday, aslında Odin, tanrıların babası. Oh be, söyledik ve kurtulduk diyor dizi. Ama bizi şu soruyla baş başa bırakıyor: Neden? Hani Amerika'ya ilk gelen göçmen tanrı oymuş ya... İnanmadınız mı? Aslında Neil Gaiman, Norse-Kuzey Avrupa- mitolojisini çok seviyor, basit ve direkt açıklaması bu. Hikayeye göre, bütün tanrılar ibadet ve kurbanla besleniyorlar. İsimlerinin abidelerde, sokak ya da mekan isimlerinde, teknolojik icatlarda ve araçlarda yaşaması onlara güç veriyor. Wednesday'in aslında Wodan's Day-Odin's Day, Odin'in günü olması gibi... Bir medya tanrısı var zira güncele dair kanaatimizi, Dünyayı ve tarihi kavramaya çalışırken ihtiyaç duyduğumuz Geshtalt algısını sağlayan şey kitle iletişim araçları. Yani televizyondan birisi “koşun darbe var!” dese buna inanırız, çünkü tv yalan söylemez(söylemeyeceğine inandırıldık, oysa yok öyle bir şey). Tv'ye ve kitle iletişim araçlarına inancımızı, güvenimizi ve zamanımızı adarız. Bu sayede bizim gerçeklik algımızı yeniden şekillendirebilme kudretini de onlara bahşetmiş oluruz. Mr. World, aslında tek dünya, tek pazar ve tek bir satıcı ve tek bir üründen bahsediyor. Seçme hakkının özde var olduğundan yeniden markalaştırılmış yeniden ambalajlanmış olsa da satılan metanın özünde aynı olduğundan bahsediyor ve bu yüzden aslında Odin'den korkuyor. Bir eski tanrı olarak Odin, Zeus gibi Kronos gibi bir tanrı baba, bütün tanrılara döl vererek onları var eden bir tanrı. Mr. Wednesday'ın değimiyle istiridyenin incisinin içindeki kum tanesi. Bir tür proto tanrı olarak Wednesday'ın bütün çağdaş tanrıların üzerinde gücü var zira hepsi özünde bir yerlerde aslında biraz Wednesday. Wednesday, Mr.World ve Medya'nın marka güncelleme teklifini red ediyor. O kendi adıyla, olduğu gibi anılmak istiyor. Bir anlamda artık Amerika'da var olabilmek için dönüşmek ve ayak uydurmak istemiyor. Bu bölümde artık karakterlerimizin motivasyonları net belli olduğu için artık rahatız, huzur içinde kendi gerçekliğimize geri dönebiliriz, artık neye inanıyorsak veya ne bizim için gerçekse işte ona.

Comments

Popular Posts